Sevmek, yalnızca sevgiden oluşmuyor.
Ahmet Altan
Sevmek, yalnızca sevgiden oluşmuyor.
Ahmet Altan
Bir kadını tanımak…
Bütün gel-gitleri, kaprisleri, küçük şımarıklıkları, korkuları, şaşkınlıkları, hercailikleri, hayal kırıklıkları, aşkları, terk edilişleri, başarıları, başarısızlıkları, kurnazlıkları, saflıkları, çocuk ağızları, şirinlikleri, küçük yalanları, büyük itirafları, kocaman yürekleri ile kendi olmaya çalışan kadınları tanımak…
Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla varılır hayatın sırrına. Bir kadını tanımaya soyunmak zor ama keyifli bir yolculuğa çıkmaktır. Dört mevsimi bir yürekte buluşturur, bu yüzden de sürekli şaşırtırlar. Sürprizlerin ardı arkası kesilmez. Zordur anlamak onları. Benzemek gerekir anlayabilmek için belki de! Kendi zekasını hatırlatanları sever, sevgisini göstermekten ürkmeyenleri, sürprizlere hazırlıklı olanları bir de. Muson yağmurları gibi yağarken, Sahra’da çöl fırtınası koparıp ardından güneş olup ısıtabilirler. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen…
Bir kadını sevmekle başlar her şey ama, bir kadını tanımakla anlaşılır, hayatın sırrına ancak aşkla varılacağına. Sevgi arsızıdır kadın. Verdiğinden daha fazlasını isteme bencilliğini gösterecek kadar sevgi arsızı… Bu yanını doyurunca şımaracağından korkanlar, birlikte çoğalacaklarını bilmeyenlerdir.
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine.
Lût Kavmi’nden de değilsin sen; hazdan olmayacak mahvın.
Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın.
Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını.
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlara.
Tanrıya yakarır ama firavunlara taparsın.
Musa Kızıldeniz’i açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.
Ey Kavmim!
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Korkarsın kendinden olmayan herkesten; ve sen kendinden bile korkarsın.
Hazreti İbrahim olsan; sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka bir şeye ağlarsın.
Gündüzleri Maria Magdalena’yı fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın.
Zebur’u, Tevrat’ı, İncil’i, Kuran’ı bilirsin.
Hazreti Davut için üzülür ama Golyat’ı tutarsın.
Ey Kavmim! …
Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine…
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama sen kendi acına da yabancısın.
Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin.
Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın.
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden.
Utancı bilir ama utanmazsın.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.
Ey kavmim!
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın.
Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın.
Örümcek olsan Hazreti Muhammed’in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin.
Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin.
Hazreti Hüseyin’ in kellesini sen vurmaz ama vuranı alkışlarsın.
Muaviye’ye kızar ama ayaklanmazsın.
Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.
Ey Kavmim!
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Ölülerine dönüp de bakmazsın.
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama arkana baktığın için taş kesileceksin.
Ve sen kendine bile ağlamayacaksın.
Komşun aç yatarken sen tok olmaktan hayâ etmezsin.
Musa önünde Kızıldeniz’i açsa o denizden geçmezsin.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Ey kavmim! ..
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Ey kavmim! …
Tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.
Ahmet Altan
Yeni Yüzyıl, 6 Haziran 1996
Aşkı aşk yapan duygunun, bütün kadınların peşine düştüğü o suçortaklığının tadını tadıyorsunuz.
Bu yazı size bir suç armağan ediyor.
Sanırım Stefan Zweig’ı pek okumadınız, zaten şu sıralarda pek moda değil… Eğer, Zweig’ı okusaydınız, onun bu yazının başlığının tam tersi bir başlık taşıyan muhteşem hikâyesini bilirdiniz… Hani şu ‘Meçhul Bir Kadından Mektuplar’ isimli şaheserini.
İnanin, o hikâyeyi çok severdiniz.
O, her kadının içinde saklı olan ‘meçhul bir kadın’ olma arzusunun bütün yakıcılığını, çekiciliğini ve acısını bir tek hikâyede yaşardınız.
Zweig’ın karısıyla birlikte intihar ettiğini de bilmiyorsunuz tabii.
Niye intihar ettiğini tahmin edemezsiniz.
Dünya Savaşı çıktığı ve insanlar birbirini öldürdüğü için, böyle bir dünyayı daha fazla paylaşmaya tahammül edemeyip kendini öldürdü… Halbuki o sıralarda, Latin Amerika’da savaştan epeyce uzakta ve güvenlikteydi.
Ama başkaları ölürken, kendini güvende hissetmeye dayanamayacak kadar ilgiliydi başkalarının hayatlarıyla. Bu ilgiyi kendi hayatıyla ödedi.
'Ne kadar aptalca, ' demeyin ne olur, beni çok kırarsınız.
Zweig’ın karısının niye intihar ettiğini ise hep merak etmişimdir. Savaşa dayanamadığı için mi kocasıyla birlikte öldü, yoksa kocasını ölüme gönderirken yalnız bırakamadığı için mi? Dünyanın yanması mı o kadına daha çok acı veriyordu yoksa sevdiği bir erkeğin acı çekmesi mi?
Bütün yazarlar ölüme karşı Zweig gibi davranmaz elbet.
Zweig’ın görmeye tahammül edemediği savaşa Hemingway gönüllü gitmişti.
Eğer ikisi de bugün Türkiye’de yaşasalardı, Hemingway Güneydoğuda bir savaş muhabiri, Zweig İstanbul’da kendini vurmak için elden düşme bir tabanca arayan mutsuz bir yazar olurdu.
Graham Green buralarda olsaydı, istihbaratçıların, teröristlerin, kaçakçıların ortaklaşa gittikleri, sınır yakınlarında bir kerhanenin romanını yazardı.
John Le Carré, Türk, Alman ve Amerikan casusları arasında geçen görüşmeleri, yapılan anlaşmaları, ikili çalışan casusların psikolojisini anlatır, savaşsız ve düşmansız bir ortama kavuşan gelişmiş dünyanın, kendisini konusuz bırakan sıkıcılığından Türkiye sayesinde kurtulurdu.
Savaş ve ölüm, yazarların ilgisini çektiği kadar kadınların da ilgisini çekiyor mu sizce?
Avrupa’nın, PKK’yı desteklemekten vazgeçerek, PKK’yı güçsüzleştirirken Türkiye’deki darbe sevdalılarını da güçsüzleştirmesi günlük tartışma konularınız arasında mı?
Eğer içtenlikle konuşursak, bunlarla çok da fazla ilgilendiğinizi sanmıyorum.
Aşk sizin daha çok ilginizi çekerdi.
‘Acaba beni seviyor mu’ sorusu, ‘savaş çıkacak mı’ sorusundan daha heyecan verici gelirdi size.
Sevildiğinizi öğrenseniz, bu kez de ‘yeteri kadar sevilip sevilmediğinize’ takılırdı aklınız. Ah, biliyorum, hiçbir kadın ‘yeterince’ sevilemez. Sarah Bernard, boşuna 'Aşk oburluktan ölür, ' demiyor.
Biliyor musunuz, Tanrı erkeklere ‘yaşanan günü’, kadınlara ise geçmişle geleceği armağan etti.
Siz yaşanan anla pek ilgilenmezsiniz, geçmişin hesaplaşması ya da geleceğin endişesi vardır sizde. Onun için size ‘o an’ hiç yetmez. Siz geniş bir zamana yayıldığınız için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.
Zweig gibileri ise ne o ana sığarlar, ne de geleceğin kancalarına takılırlar.
Onların hayatı, karanlık bir boşluktan, arkalarında ışıklı bir iz bırakarak ölüme atlamakla geçer.
İçinden geçtikleri boşluğu yazılarıyla ve bazan da aşklarıyla doldururlar.
Zweig’ı mutlaka okumalısınız.
Yazarların, nasıl yazı yazdıklarını incelediği bir denemesi var.
Müthiş bir tevazuyla kendini de sıradan insanlar arasına koyarak şöyle diyor:
'İlk bakışta onlar da sizin benim gibi insanlardır.'
Yazarların da herkes gibi yaşadığını, herkes gibi giyindiğini, herkes gibi dolaştığını anlatıyor.
'Bizim yaptıklarımızı yaparlar, ' diyor, 'sonra da masanın başına geçerler ve bizim yapamadığımız bir şeyi yapıp yazı yazarlar.'
Aklına su soru takılıyor elbette!
Bize bu kadar benzeyen insanlar bizim yapamadığımız bir işi nasıl yapıyorlar?
Zweig’a göre, bir yazar yazı yazarken kendisinden başka bir şey oluyor. Ne yaptığını aslında kendisi de fark edemiyor.
Yazıyı yazdıktan sonra, ona yazıyı nasıl yazdığını sorsanız, o size, ‘işlediği cinayeti bilmeyen bir katil’ gibi bakacaktır.
Aynı sizin kimliğiniz gibi, yazının nasıl yazıldığı da meçhul kalıyor.
Meçhul kalan yalnızca bu değil ki…
Dağlarda birbirlerini öldürenler, bir insan öldürürken ne yaptıklarını biliyorlar mı, bir insan başka bir insanı öldürürken tam manasıyla kendinde mi? Herkes gibi âşık olan, herkes gibi seven, herkes gibi gülen biri, tüfeğini bir insana çevirdiği anda hâlâ kendisi midir, yoksa o anda başkası mı olur?
Cinayetin, yazının ve aşkın arasında garip bir ortaklık var gibi.
Bu üçünü de yaparken insanlar kendilerinden başka biri oluyorlar.
Âşık olan biri, kendinin âşık olmayan halinden ne kadar farklı.
Cinayeti işleyen, öldürmediği andaki kimliğinden ne kadar uzak.
Yazıyı yazan, yazmadığı zamanki yapısından ne kadar değişik.
Bir insanin, kendinden başka biri haline geldiği anı çok merak ediyorum. Tüfeği kaldırdığı, kalemi tuttuğu, özlemden yandığı anda ne değişiyor içinde?
Cinayet, yazı ve aşk, insanın tanrısallığa en çok yaklaştığı üç durum.
Biri öldürerek tanrısallaşıyor, biri yaratarak, biri de kendini çoğaltarak.
Cinayet, aşk ve yazı birbirine benziyor, ama Zweig cinayetlere dayanamadığı için kendini öldürüyor, Yesenin ise aşka dayanamadığından vuruyor kendini.
Siz Yesenin’i de bilmiyorsunuz.
Ben bütün bunları, size anlatabilmek için biliyorum.
Yesenin, Sovyet Devrimi sırasında yaşamış serseri bir şairdi. Herkes de onun serseri olduğunu söylerdi zaten.
Bir şiiri, yanlış hatırlamıyorsam, şöyle başlıyordu:
'Bilmiyorum niçin bana su Yesenin rezili
Bilmiyorum bana şu şarlatan diyorlar.'
Devrime içi pek ısınamadı nedense, devrimciler de onu pek sevemediler.
Sonra, Isadora Duncan adlı o dans büyücüsüne aşık oldu. Onun peşinden dolaştı durdu dünyayı.
Devrimin katılığına ayak uyduramadığı gibi, aşkın acısına da katlanamadı.
İntihar mektubu yerine bir şiir bırakarak vurdu kendini.
Biliyor musunuz, mutlu yazar pek yoktur.
Mutlu katil ve mutlu âşık pek olmadığı gibi.
Mutluluk daha sıradan olanlara mı nasip acaba, yoksa daha sıradan olanlar mutsuzluğa daha kolay mı dayanıyor.
Siz soruları seversiniz, bütün kadınlar gibi… Cevapları sanki sorular kadar sevmiyorsunuz, sanki cevapsız soruları keşfetmenin peşindesiniz.
Erkekler cevapları arar, siz soruları ararsınız.
Siz sorularınızla huzursuz, erkekler cevaplarıyla SIKICIDIR.
Huzursuzluklarınız ve huzursuzluğunuza duyduğunuz merak, aşkı doğurur.
Siz Zweig’ı mutlaka okumalısınız.
Zweig, sevgilisiyle birlikte intihar eden bir Alman şairi olan Kleist’in biyografisini yazmıştı. Şöyle diyordu Kleist için:
'Bazan, ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şair yaratabilen biri de bulunmalıdır.'
Yazdığı kitaptaki gibi, ölümden bir şiir yaratarak öldü kendi de.
Ölümlerin bu kadar çok olduğu ülkemizde, ölümden şiir yaratanların çok az olduğunu biliyorum. Ölümü, şiirinden soyduğumuz ve sıradan acılara, manasızlıklara çevirdiğimiz bir zamanda yaşıyoruz.
Ölümün manasızlaştığı yerde aşk da ölüyor.
Ben ölümden değil, şiirsiz bir ölümden kurtulmak için âşık oluyorum.
Zweig, ölümün manasızlaşmasına dayanamadığı için ölüyor.
Siz ise… Evet, biliyorum, siz mutlu bir gelecek var mı, diye merak ediyorsunuz. Ve, hep aynı soruyu soruyorsunuz kendinize:
'Ne olacak? '
Dağınık kaşlarınız altında ışıldayan gözleriniz her yerde bu soruyu yaşıyor.
Zweig öldüğü ve ben âşık olduğum sürece mutlu bir gelecek var.
Zweig ölerek, ben âşık olarak, kendi geleceklerimizi yaksak bile…
Ahmet Altan
Acı, ağulu dikenler gibi ruhuna dolandığında, öfke kızıl bir küheylan gibi koşturduğunda, keder yaşlı bir ağaç gibi üstüne yıkıldığında, duracaksın, durup gümüş bir su gibi akan sabahın tazeliğine bakacaksın,sana iki yüz yıl önceden haberler taşıyan alaycı kargaların sesini dinleyeceksin,
Kilitli bir kapı gibi mi, hiçbir ışık sızdırmayan? Karanlık ve kapalı mı?
Hiç merak ettiniz mi, nasıl bakıyor sizin gözleriniz...
Oğlu kaybolmuş bir anneyi gördüğünüzde, gözleriniz nasıl bakıyor?
Bir zengin gördüğünde gözleriniz nasıl bakıyor?
Bir general gördüğünde...
Çocukları yerlerde sürükleyen polislere nasıl bakıyor?
Ya kocasını arayan bir kadının kederli gözlerine nasıl bakıyor gözleriniz?
Ağaçlara nasıl bakıyor?
Denize, bulutlara, çiçeklere...
Martılara...
Çocuklarınıza nasıl bakıyor gözleriniz?
Gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi?
Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan?
Korkuyla mı, elemle mi, çaresizlikle mi, sevgiyle mi, acıyla mı, sevinçle mi? ...
Nasıl bakıyor gözleriniz?
Ne görüyorsunuz kendi bakışlarınızda?
Size yalan söyleyenlere nasıl bakıyor gözleriniz...
Sizi korkutanlara...
Size saldıranlara...
Cellatlara nasıl bakıyor gözleriniz?
Uçurtmalara, sandallara, faytonlara, havai fişeklere...
Otobüslere, arabalara...
Denize nasıl bakıyor gözleriniz?
Dağlara nasıl bakıyor?
Çöplükten ekmek toplayan bebeklere...
Banka kapılarında sıra bekleyen yaşlılara...
Sahipsiz hastalara...
Bir mahkum arabasının dar ve demirli penceresinden el sallayan genç kızlara...
Gözleriniz nasıl bakıyor?
Hiç merak ettiniz mi?
Baktınız mı hiç kendi gözlerinize?
Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan...
Çıplak kadınlara nasıl bakıyor gözleriniz?
Sevişenlere nasıl bakıyor, öpüşenlere...
Vurulmuş bedenlere nasıl bakıyor?
Parlak kravatlara, şık tayyörlere, rüzgarlı eşarplara nasıl bakıyor?
Nasıl bakıyor gözleriniz, gözlerinize hiç baktınız mı?
Ne var sizin gözlerinizde, elem mi, keder mi, çaresizlik mi, korku mu, sevinç mi, ümit mi, bezginlik mi?
Kilitli bir kapı gibi mi yoksa?
Şehir ışıklarına nasıl bakıyor gözleriniz?
Bulutlara, doğan güne, akşam kızılına...
Silahlara nasıl bakıyor gözleriniz?
Üstünüze tutulan silahlara...
Kelepçelere, hapishanelere, darağaçlarına...
Sokak çocuklarına...
'Hakkımı istiyorum' diye bağıran o ihtiyara...
'Yalnız değilsin kızım' diye hapishaneye giden kızının ardından hıçkıran anaya...
'Nerede benim kocam' diye soran yaşlı kadına...
Sizi korkutan eski generallere nasıl bakıyor gözleriniz?
Dünyaya, hayata, dostlara ve düşmanlara...
Nasıl bakıyor sizin gözleriniz?
Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan?
Gözleriniz, bir aynada gözlerinize değdiğinde, nasıl bakıyor?
Utançla mı, ıstırapla mı, korkuyla mı?
Sizin gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi?
Nasıl bakıyor o gözleriniz şu yaşadığınız hayata?
AHMET ALTAN
Vazgeçemeyeceğim kadar kıymetli değil benim hayatım, ben şanslı olanlardanım, hayatımdan daha kıymetli bir şeylerim var benim, öyle altı imzalı boş mukaveleler taşımıyorum koynumda, hayatım karşılığında anlaşmalar yapmıyorum.
Çıplak ayaklarının altında keskin pürtüklükayalıkları, her seferinde ‘belki de bu son’diyerek hissedip kendini bir uçurumdan aşağıya, bir avuç gözüken denize bırakan Amazonlar’ın o yabani çocukları gibi korkudan ürpererek bırakırım kendimi uçurumlara.
Siz bir sonsuza doğru düşmeyi bilmiyorsunuz, sonuncu kez olup olmadığını bilmeden ciğerlerinize doldurduğunuz geniş bir solukla, gözleriniz serin bir rüzgarla yanarken, dimdik korkuyla ve şehvetle titreyerek bir uçuruma uçmayı bilmiyorsunuz siz.
Hayatınız kıymetli, hayatınızdan daha kıymetli bir şeyiniz yok çünkü.
Koynunuzda altı imzalı boş mukaveleler taşıyorsunuz, küçük bir kumarbazın işaretli kağıtları dağıttığı gibi dağıtıyorsunuz onları ve her seferinde kaybediyorsunuz bütün küçük kumarbazlar gibi.
Siz o filmi gördünüz mü?
Hayatından geleceğinden, ailesinden ve aklından vazgeçmek pahasına o ‘üç numaralı konçerto’yu çalan piyanistin filmini gördünüzmü siz?
Rachmaninov’un ‘üç numaralı piyano konçertosunu’ Rachmaninov’un önünde çalıp o ünlü Rus kompozitöre, ‘çalarken ruhuma dokundunuz’dedirten ve sol kolunu bir felce kaptırıp sakat kalan hocasının, ‘piyano bir canavardır, onu denetleyemezsen yutar seni’ dediği genç piyanistin, bir canavar tarafından yutulmayı göze alarak ‘üç numaralı konçertoyu’ çalmak için ihtirasla titremesini seyrettiniz mi?
Hazırlıksız ve kırılgan bir ruhun taşıyamayacağı kadar büyük bir duygusal coşku gerektiren bu parçayı çalarken, yanlış sevgilerle örselenmiş ruhunu ortaya koyan o piyanistin, dünyanın en zor piyano parçası denilen konçertoyu çalabilmek için sağlığını, geleceğini ve bütün hatını tehlikeye atmasını aptalca bulmadan önce, bir insan neden hayatını bir piyano parçası çalmak için tehlikeye atar diye sordunuz mu? Gizlilerde bir yerde böyle bir soru saklıyor musunuz; bir gün lazım olur da belki sorarım diye, hayatınızn bir bölümünde böyle bir soru hazırlayıp koydunuz mu bir yanınıza?
Siyah smokini, bağlı olduğu baştan bağımsız ayrı bir canlı gibi kıvır kıvır uçuşan saçları ve kalın gözlükleriyle piyanonun başına gelip parçayı çalmadan önce gözlüklerini çıkartarak keskin bir bıçak gibi simsiyah parıldayan piyanonun üstüne koyan genç çocuğun, dokunduğu her notayla geleceğinden ve hayatından bir parçayı tuşlara bıraktığı o konserde, olağanüstü bir duyarlılıkla çaldığı parçanın bitiminde kendisini ayakta alkışlayan kalabalığın önünde selam verirken yıkılıp kalıvermesini görmelisiniz.
Bir insanın hayatından kıymetli ne var ki, onun uğruna, bir piyano parçası için hayatını veriyor diye sormalısınız.
Ruhunda ve aklında ne varsa, hepsini son katresine kadar ‘üç numaralı konçertonun’ışıltılı tınılarına terk eden çocuğun zaten kırılgan olan iç dünyasının, bir zümrüdüanka yumurtası gibi çatlayıp kendi içindeki büyülü kuşun üstüne çökmesini ve çocuğun o parçayı çaldıktan sonra on yedi yılını akıl hastanelerinde geçirmesini anlamak zor, eğer hayatınızda daha kıymetli birşey yoksa.
Sizin hayatınızda çalmak için uğruna hayatınızı vereceğiniz bir ‘konçerto’yok mu?
‘İşte bunun için yakarım geleceğimi’ dediğiniz bir parça bulunmuyor mu repertuarınızda?
Yoksa eğer bu, hayatınızda hayatınızdan daha kıymetli bir şey bulunmuyor demektir.
Kolay anlaşmalar yaparsınız o zaman.Budalalar karşısında susar, zorbalar karşısında eğilirsiniz.
Koşumları yalandan, kırbacı çıkarcılıktan yapılmış arabalara koşulursunuz siz de.
‘Hayır’demeyi unutursunuz.
Herkese dağıtısınız o lanet olasıca boş mukavelelerinizi.
Katiller efendiniz olur, sahtekarlar padişahlık taslar size, kulaklarınız artık hiçbir müziği duymaz, ruhunuz kayalara çarpıp terk edilmiş eski bir gemi gibi yosunlanıp çürümeye koyulur ve ortak bayağılıkların içinde atarsınız kulaçlarınızı.
Ve inanın, hayat, içi boşaldıkça ağırlaşır.Taşınması zor bir yük olur.
O boşluğu saklamak için siz de başlarsınız yalanlara, ne kadar boşalırsa hayatınız o kadar çok yalan söyler, cakalanırsınız ve boş bir hayatı taşımanın aslında nasılda büyük bir akıllılık olduğunu anlatmaya koyulursunuz.
Biliyormusunuz, romantiklerin sonuncu büyüğü denilen Rachmaninov, besteciliğinin yanı sıra çok da önemli bir piyano virtüözüydü, çocuk yaşında saraylarda konserler vermeye başlamıştı.Dokuz yaşındayken gittiği bir asilzade konağında çaldığı bir parçanın orta yerinde daha etkileyici olmak için esas çarpıcı akoru basmadan önce ellerini tuşların üstünden kaldırıp biran beklemişti ve o sırada müzikten pek de anlamayan yaşlı bir kontes çocuğun parçayı unuttuğunu sanıp şefkatli bir sesle, ‘istersen daha iyi bildiğin birşey çal’ demişti.
Daha iyi bildiğiniz birşey çalmak istermisiniz yaşlı konteslerin şefkatine sığınıp? Yoksa müzikten anlamayanların şefkatini reddedebilecek misiniz?
Uğruna geleceğinizi mahvedeceğiniz, akıl hastanelerine, hapishanelere, sefaletlere düşeceğiniz bir ‘üç numaralı konçertonuz’ var mı?
‘Ben bunu çalacağım’dediğiniz bir parça.’Bunu çalacağım ve başka da birşey çalmayacağım’dediğiniz bir konçerto için kamaşıyor mu yüreğiniz, parmaklarınız kıpır kıpır oynaşıyormu içinizde?
‘Hayat bir canavardır, onu denetleyemezsen yutar seni’ deyip vuruyormusunuz hayatın akorlarına, konçertonun bir ucundan girip öbür ucundan ter içinde ve çıldırarak çıkıyor musunuz?
Vazgeçemeyeceğim kadar kıymetli değil benim hayatım, ben şanslı olanlardanım, hayatımdan daha kıymetli bir şeylerim var benim.
Bir yazı, bir aşk, bir isyan.
Belkide bu son kez diyerek Amazon’un o yabanıl çocukları gibi her yanımda kayaların keskin pürtüklerini hissederek bırakacağım kendimi bir uçurumun dibinde küçücük gözüken denize, gözlerim rüzgardan yanacak ve şehvetle titreyecek içim.Suya çarptığımda ince bir ok gibisaplanacağım derinlerine ve eğer çıkabilirsem yeniden suyun üstüne, ıslak sakallarımla gülümseyeceğim ve edepsiz bir oğlan çocuğu gibi övüneceğim size ‘hayatımda daha kıymetli şeylerim var’ diye.
Şayet sizde gülümserseniz, çırılçıplak ve baştan aşağıya ıslak tutacağım ellerinizi, ‘çalın’diyeceğim, ‘çalın şu üç numaralı konçertoyu’.
Bir uçurumdan uçarak basacaksınız tuşlara.Ter içinde ve çıldırmanın kenarında dolaşarak, sevişir gibi hayatı yakıp bir hayatı doğuracaksınız.
Bütün mukaveleleriniz parça parça olup kuş tüyleri gibi savrulacak havaya.
Hayatla yaptığınız bütün anlaşmaları yırttığınızda ve ‘başka birşey çalmayı’reddettiğiniz de, işte o zaman anlayacaksınız belki de hayatın ne olduğunu.
Ve piyanistin, bir canavarı yutup çıldıran o çocuğun, niye o ‘üç numaralı konçertoyu’ çaldığını.
AHMET ALTAN
kırk odalı şatonuzun kırkıncı odasındaki
kilitler altında sakladığınız gerçek
duygularınızla,
gerçek düşüncelerinizin ne kadarı yansıyor
hayatınıza,
söylenmeyen neler var kuytularda,
hani kendinizden bile sakladığınız,
bir sinir kriziyle ya da büyük bir acıyla
yahut da muhteşem bir sevinçle kabuğunu çatlatıp da
ortalara dökülecek neler biriktiriyorsunuz
içinizde...? ? ?
Ne kadarınız kendi sahtekarlığınızın esiri?
Sevip de söyleyemediğiniz,
özleyip de açıklayamadığınız
ya da sevmeyip de sevginizin eksikliğini içinize
gömdüğünüz oluyor mu,
korkaklıklar var mı,
kalleşlikler var mı,
yoksa diplerde saklanan cesaretiniz bir işaret mi
bekliyor...? ? ?
Göründüğünüz insan mısınız siz,
yoksa bir define arayıcısı hazineler mi bulur
içinizde
ya da yıkılmış bir kentin harabelerini mi
taşıyorsunuz?
Derununuzda neler saklıyorsunuz?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Ülkenizle ilgili düşüncelerinizi söylüyor musunuz,
yoksa başınızı belaya sokmayacak kadar akıllı mısınız,
gerçek düşüncelerinizi başbaşa konuşmalara mı
saklıyorsunuz,
açıkça konuşanları biraz aptal buluyor musunuz?
Günahlardan yapılmış hayaller var mı içinizde,
günahtan korktuğunuzdan bunları saklayıp
Tanrı'yı mı kandırmaya uğraşıyorsunuz?
Günahları sevmiyor musunuz, seviyor musunuz
yoksa...? ? ?
Uzun bir yolculuğa çıkar gibi
duygularınızla düşüncelerinizi denklere
sarıp da içlerinizde bir yerlere mi
yerleştirdiniz,
bir gün yolculuk bitince açmayı mı düşünüyorsunuz
aslında yolculuğun hiç bitmeyeceğini ve
denklerinizi
hiç açmayacağınızı bilerek...
Bir gün çıldırsanız da
bütün duygularınızla düşüncelerinizi açıkça
söyleseniz,
neler duyacağız sizlerden,
gizli palyaçolar mı çıkacak ortaya,
yoksa korkaklığın altında,
bir istiridyenin içinde büyüyen inciler gibi
büyümüş yiğitlikler mi?
Kızgınlıklarınız yok mu sizin,
öfkeleriniz, isyanlarınız?
Aşklarınız yok mu?
Kendi sahtekarlığınıza ne kadar esirsiniz?
Esaretten kurtulsanız da gerçekler dökülse ortaya,
kendinize şaşar mısınız,
hiç düşündüğünüz oluyor mu kırkıncı odada neler
var diye, hangi unutulmaya çalışılmış sevgililer,
dile getirilmeyen özlemler,
söylenmeye söylenmeye birikmiş öfkeler,
hangi boşvermişlikler,
hangi inkar edilmiş arzular yatıyor diplerde?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Kimselerden korkmadığınız kadar korkuyor musunuz
kendinizden?
Şehrin ışıklarının bulutlara yansıdığı
turuncu pırıltılı külrengi bir gecede,
şimşeklerle boşanan yağmur başladığında
şatonuzun odalarında bir gezintiye çıkıyor musunuz,
ağır ağır yaklaşıp o kırkıncı odaya açıyor musunuz
kapıyı usulca, gördükleriniz ağlatıyor mu sizi,
bu kadar gerçeği o odada saklayıp,
hayatı yalandan yaşadığınızı farketmek nasıl bir
sarsıntı yaratıyor?
yoksa, ne gökyüzüne vuran ışıklar, ne yağmur, ne de
ıssız gece,
sizin kırkıncı odaya yaklaşmanızı sağlayamıyor mu,
korkuyor musunuz kendi gerçeklerinizden,
kırkıncı odanız size de mi kapalı,
kendi kendinize bile mahrem misiniz?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir?
Bıktığınız olmuyor mu kendi yalanlarınızdan,
hiç kendinizden sıkıldığınız olmuyor mu,
kendinizi bir yerlerde terkedip de gitmek
istemiyor musunuz,
bütün yalanlarınızdan uzak bir yere?
Şöyle rahatça bütün duygularınızı,
bütün düşüncelerinizi söyleyebileceğiniz bir diyara,
kendinizi bile yanınıza almadan.
Ah aslında ben onu seviyordum diye ağlayacağınız
kimleri saklıyorsunuz koynunuzda,
yüksek sesle eleştirip de
içinizden hak verdiğiniz hangi düşünceler var,
kendinizi akıllı bulurken aslında gizlice kendi
korkaklığınızdan utandığınızın itirafını nerelerde
gizliyorsunuz?
Ne kadarınız gerçek sizin?
Ne kadarınız kendi sahtekarlığına esir?
Bunu hiç düşündüğünüz oluyor mu
yoksa bunu düşünmek bile yasak mı size?
Neler var kırkıncı odada?
Otuzdokuz odadan yapılmış hayatınızı,
kırkıncı odanın kapısını açmamak için yalandan mı
yaşıyorsunuz?
Niye yapıyorsunuz bunu?
Açsanıza kırkıncı odayı yağmurlu bir gecede
belki...
Belki de hiç açmazsınız,
kapalı bir odayla yaşarsınız bütün ömrünüzü,
kendinizden sıkılarak..
AHMET ALTAN