Sayfalar

12 Aralık 2020 Cumartesi

Dindarlar ve Kürtler

Bilebildiğim kadarıyla, dindarlar “bu dünyayı” bir “imtihan yeri” olarak görürler. 

Sonsuzluğun yaşanacağı “ahiretteki” asıl hayatın nasıl olacağı, bu dünyada verilen “imtihanda” belli olur.

Bu “imtihanın” kuralları belirlenmiş, bir “görünür” olan ve uyulması nispeten daha kolay bulunan “ibadet” var, bir de “görünürlüğü” daha az olan ve uyulması anladığım kadarıyla çok daha zor olan “ahlak, dürüstlük, hakşinaslık, kul hakkı yememe, her yaratılanı yaratandan ötürü kendine bir emanet olarak görme” var.

Camiler dolup taşıyor, Ramazan’da lokantalar kapanıyor, Hac’ca kafilelerle gidiliyor, içki içilmiyor, ibadette dindarlarımızın bir aksaklığı yok.

Peki ya “ahlak, dürüstlük, hakşinaslık, kul hakkı yememe, her yaratılanı yaratandan ötürü kendine bir emanet gibi görme” nasıl gidiyor?


Dindarlar, Allah’ın bütün kullarını “kendilerine bir emanet” gibi görüyor mu, onların haklarını savunuyor mu, haksızlığa karşı baş kaldırıyor mu, Allah’ın bütün kullarını “eşit” yarattığına iman ediyor mu?


Bütün kulların haklarını koruyor mu?

Yoksa “bazı” kulları diğerlerinden ayırıyor mu?

Burada, “dindarların” açık ve kesin bir cevap vermesi gereken temel bir soru duruyor, “milliyetçi” bir insan “dinin” bütün emirlerine, ahlakına, dürüstlüğüne, eşitlik anlayışına uygun davranabilir mi?

Geçenlerde, Altan Tan, Kürt meselesinin çözümünde din âlimlerinden bir “fetva” istiyordu.

Benim cehaletimi bağışlasın dindarlar ama o “fetva” Hazreti Muhammed’in “veda hutbesinde” verilmedi mi?

Peygamber, “kavmiyetçiliğe” karşı çıkmadı mı?

Daha ne fetvası?

O korkunç “Türk-İslam sentezi” kavmiyetçiliği dinin kalbine yerleştirip, İslam’ın eşitlikçiliğini, hakperestliğini, dürüstlüğünü tarumar etti.

“Türk” lafının önde geldiği bir “İslam anlayışı” olabilir mi?

Bu Müslümanların ne kadarı Türk, ne kadarı İslam?

İslami inanç, kendi varlığını “bir kavmin adıyla” birleştirir mi?

“Türk-İslam sentezine” inanmış bir “Türk” Müslüman, kendi kavminden olanları, diğer kavimlerden ayırmaz mı, diğer kavimlerden üstün görmez mi, diğer kavimlerin insanlarına üstten bakmaz mı?


Peki, bu dine uyar mı?

“Türk-İslam sentezine” inanan, bunu dine uygun gören Türk Müslümanlar, “Kürt-İslam sentezini” de kabul ediyor mu?

Türk-İslam sentezini kabul ettiklerine, İslam’a bir kavim adı eklemeyi uygun bulduklarına göre Kürt-İslam sentezine de bir itirazları olamaz.

Aynı Allah’a, aynı kitaba, aynı peygambere inanan insanların, “kavimlerinden” dolayı ayrılması dinen caiz mi peki?

Türk’le Kürt’ün Müslümanlığı nasıl farklılaşıyor?

Ahirette insanlar kavimlerine göre mi ayrılıyorlar?

Kürtler bir yanda Türkler bir yanda mı duracak?

Ahirette böyle bir ayrı gayrı var mı?

“Ahirette öyle ayrı gayrı yoktur, herkes Allah’ı kuludur” diyorsanız, ahiretin kapısı sayılan bu dünyada neden böyle bir ayrılık gayrılık, milliyetçilik var?

Bunun dinen cevabı nedir?

Bakın orada hakları gasp edilen koca bir Kürt halkı var, çok acılardan, işkencelerden geçmişler, bugün çocuklarına kendi anadillerinde eğitim veremiyorlar, yaşadıkları, vatandaşı oldukları ülkenin adı başka bir “kavmin” adını taşıyor, burada her şey Türk, sanki Kürtler burada yoklar.

“Türk-İslam sentezi” bunu doğal kabul ediyor.

“Türk” bunu doğal kabul edebilir.

O sentezin “ikinci” kavramı olan “İslam” da doğal kabul ediyor mu?

İslam, “daha kalabalık olan kavimlerin sahip oldukları haklara, sayıca daha az olan kavimler sahip olamaz” mı diyor?

İslam, böyle bir din mi?

Yoksa İslam “eşitlikten” yana bir din mi?

Eşitlikten yanaysa nasıl “Türk-İslam sentezi” diye bir anlayış olabilir, “eşitlikten” yana değilse bu nasıl din?

“Kulların” eşitliğini reddeden bir din olabilir mi?

Neden Türk Müslümanları Kürt “kardeşlerinin” haklarını savunmuyor, onların eşitliği için mücadele etmiyor, onların uğradığı haksızlıklara karşı çıkmıyor?

Son zamanlarda Uludere katliamını tartışıyoruz ama “Türk” Müslümanlar çok suskun.

Bütün İslam âlemini kapsayan “Müslüman vicdanı” diye ortak bir değer yok mudur, her coğrafi bölgeye göre, her ait olduğun kavme göre bu “vicdan” değişik ses mi verir?

İslam’ın ortak değerleri arasına “vicdan” girmez mi?

Haksız yere öldürülmüş insanların hakkına sahip çıkmak İslam’ın “kuralları” arasında yer almıyor mu?

Bir Müslüman, iktidarda kendi “yakınları” olduğu zaman “haksız” ölümler karşısında sessiz kalmayı dinen daha mı uygun bulur?

Peki, ben bu ülkenin bütün Müslümanlarına sorayım onlar ister cevap versin, ister görmezden gelsin.


Hazreti Muhammed yaşasaydı, Uludere katliamı karşındaki tavrı ne olurdu?


“Hazreti Muhammed susardı” derseniz, ben de bir daha asla din ve dindarlar hakkında tek kelime yazmayacağıma söz verir, sizi rahat bırakırım, peygamberi Uludere katliamı karşısında susacak bir din zaten benim ilgimi çekmez.

Ama “peygamber susmazdı” derseniz, “ey Muhammed’in ümmeti siz niye susuyorsunuz” derim.


Ahmet Altan

23.05.2012
Taraf Gazetesi

30 Kasım 2020 Pazartesi

Atakürt

Mustafa Kemal, Selanik'te değil de Musul'da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı'nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını "Kürdiye Cumhuriyeti" koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla "Atakürt" adını alsaydı...

Kürdiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşlarına "Kürt" deneceği için hepimiz "Kürt" sayılsaydık, Taksim'e, Kadıköy'e, Kızılay Meydanı'na, Kordon'a "Ne mutlu Kürdüm diyene" pankartları asılsaydı...

"Kürdiye'de" Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında "deniz Kürdü" oldukları iddia edilseydi...

Kürtlerin "yedi bin yıllık" bir tarihi bulunduğunu, Anadolu'nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık.

Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık...

Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı...

Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık...

Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı...

"Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var" dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık.

İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de, Bursa'da, Edirne'de polis sürekli olarak bizi izleseydi, "özel timler" bizim "Kürdiye Cumhuriyeti'ni" parçalamak isteyen "ayrılıkçılar olmamızdan" kuşkulanıp hepimize sürekli "suçlu" muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık.

12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı...

Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı "Türk teröristlere" yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır'a, Hakkari'ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık...

Biz Türkler buna razı olur muyduk, "işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti'nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz" sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik?

Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin "eşit" vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk?

Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih "Türk" çizgisinden yürümüş, bugün bizim "Türk" olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış.

Türkiye'nin bu kanlı karmaşadan "demokrasiyle" ve Kürt vatandaşların "kimliklerinin" kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor:

- Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği?

Biz Türkler, bir "Kürdiye Cumhuriyeti'nde" yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi.

Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi?

Değmez diyenler "demokrasi" istiyor işte.

Demokrasiyi getirmek çok mu zor zanaat?

17 Nisan 1995
Ahmet Altan

 MİLLİYET

22 Ekim 2020 Perşembe

Sevmek Dediğimiz

Sevmek, yalnızca sevgiden oluşmuyor.

Bir altın madeninin duvarından kopardığımız bir parçanın içinde altınla birlikte nasıl taş, çakıl, çamur buluyorsanız, sevmek dediğinizde de sevginin yanında sevgiye benzemeyen birçok duyguyu buluyorsunuz.

Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret olsaydı, sevdiğimizin mutluluğunu ister, onun mutluluğundan mutlu olurduk ama biz sevdiğimizin mutlu olmasını değil, “bizimle mutlu olmasını” istiyoruz.

“Bizimle” sözcüğü altının yanındaki çakıl işte.

Sevdiğimiz kadın bir başkasıyla mutlu olduğunda bu bizi mutsuz ediyor, sevdiğimiz bir başkasıyla güldüğünde bu bizi ağlatıyor, sevdiğimiz bir başkasıyla seviştiğinde bu bizi yaralıyor.

Sevmek, sevdiğimiz “bizimle” mutlu olduğunda, bizi başkalarına tercih ettiğinde sevgiye benziyor ama sevdiğimiz bir başkasıyla mutlu olmayı tercih ettiğinde, bizi terk ettiğinde sevmek sevgisizliği hatta düşmanlığı andırıyor.

Sevmek, ancak “bizimle” şartı gerçekleştiğinde sevgiyse eğer, o zaman, sevmek karşımızdakine mi yoksa kendimize mi sevgi duymamızdan kaynaklanıyor? Hem seven hem sevilen biziz de, sevdiğimizi sandığımız kişi, kendimize duyduğumuz sevgiyi yansıtan bir ayna mı; sevdiğimizi kaybettiğimizde bizi ve sevgimizi yansıtan aynayı kaybettiğimiz için mi o kadar mutsuz oluyoruz?

Peki ama eğer sevmek böyle bir şeyse, niye herhangi birini değil de özel olarak seçtiğimiz birini seviyoruz, niye ancak bir kişi bizim aynamız olabiliyor?

Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret değil, daha karmaşık, daha anlaşılmaz, daha tehlikeli bir şey.

Sevdiğimiz insan uğruna öldüğümüz öldürdüğümüz de oluyor.

Bir kadını sevdiğimizde “benim olsun” diyoruz.

Bir erkeği sevdiğimizde “benim olsun” diyoruz.

Sevmek, yalnızca sevgiyi değil sahiplenmeyi de getiriyor.

Bir de “vatanı sevenler” var.

Peki onlar ne diyor?

“Vatan mutlu olsun” mu diyorlar? Yoksa “vatan benimle mutlu olsun” mu diyorlar?

Vatanı sevdiği için darbe yapanlar, çete kuranlar, faili meçhul cinayetler işleyenler, siyasete hile karıştıranlar, hukuku çarpıtanlar, “vatan mutlu olsun” diye mi yapıyorlar bunları yoksa vatan “onlarla” mutlu olsun diye mi?

Vatan, “onlarsız” daha mutlu olursa, bu, onları sevindirecek mi yoksa üzecek mi?

Vatanı sevdikleri için hak etmedikleri iktidarlardan vazgeçmeyenler acaba vatanı mı seviyorlar yoksa kendilerini mi, vatan onların kendilerine duydukları sevginin bir aynası mı, o aynayı kaybetmekten mi korkuyorlar, “biz olmazsak parçalanır” dedikleri vatan mı yoksa kendi varlıklarını yansıtan ayna mı?

Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret değil.

Sevdiğimiz “mutlu olsun” değil, sevdiğimiz “bizimle” mutlu olsun istiyoruz.

Sevdiğimiz “başkasıyla” mutlu olduğunda, sevmek, sevgiden çok düşmanlığa benziyor.

Kızıyor, kıskanıyor, öfkeleniyor hatta öldürüyoruz.

Sevdiğimiz vatan bizden başkasıyla mutlu olduğunda, bizim iktidarımızı istemediğinde ne yapıyoruz?

Kızıyor, kıskanıyor, öfkeleniyor hatta öldürüyor muyuz?

Sevmek, karmaşık, anlaşılmaz hatta tehlikeli bir şey.

Seven öldürebiliyor da...

Öldürülen bazen bir insan oluyor bazen de bir vatan...

Ahmet Altan

16 Ekim 2020 Cuma

Bir Kadını Tanımak

Bir kadını tanımak… 

Bütün gel-gitleri, kaprisleri, küçük şımarıklıkları, korkuları, şaşkınlıkları, hercailikleri, hayal kırıklıkları, aşkları, terk edilişleri, başarıları, başarısızlıkları, kurnazlıkları, saflıkları, çocuk ağızları, şirinlikleri, küçük yalanları, büyük itirafları, kocaman yürekleri ile kendi olmaya çalışan kadınları tanımak…


Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla varılır hayatın sırrına. Bir kadını tanımaya soyunmak zor ama keyifli bir yolculuğa çıkmaktır. Dört mevsimi bir yürekte buluşturur, bu yüzden de sürekli şaşırtırlar. Sürprizlerin ardı arkası kesilmez. Zordur anlamak onları. Benzemek gerekir anlayabilmek için belki de! Kendi zekasını hatırlatanları sever, sevgisini göstermekten ürkmeyenleri, sürprizlere hazırlıklı olanları bir de. Muson yağmurları gibi yağarken, Sahra’da çöl fırtınası koparıp ardından güneş olup ısıtabilirler. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen…

Bir kadını sevmekle başlar her şey ama, bir kadını tanımakla anlaşılır, hayatın sırrına ancak aşkla varılacağına. Sevgi arsızıdır kadın. Verdiğinden daha fazlasını isteme bencilliğini gösterecek kadar sevgi arsızı… Bu yanını doyurunca şımaracağından korkanlar, birlikte çoğalacaklarını bilmeyenlerdir.

Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla kanat çırpılır özgürlüğün bütün maviliklerine. Kendine inananlara, aşka inananlara koşar. Hem yaman bir aşk avcısı, hem de engebeli yollarda koşmaktan bitap aşk yorgunudur kadın.

Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla çıkılır keyifli serüvenlere. Hayatla dalga geçmesini bilir kadın, tıpkı kendiyle dalga geçmesini bildiği gibi. Ağız dolusu gülüşlere teslim olur.


Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla tanık olunur tutkuların gücüne. Göze alandır kadın. Çekip gitmeyi, sahip olduklarından vazgeçmeyi, karşılık beklememeyi… Mücadele eder, kızar, bağırır ama hep sever. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen…

Yüreğini sevgiye açan ve sevmekten korkmayan bütün kadınlar gibi.. Şimdi bir düşünün, kaç kadını değil bir kadını tanıyabildiniz mi bugüne değin??

Tanrı, kadınlara geçmişi ve geleceği, erkeklere ise yaşadığı günü armağan etti, kadınlar geniş bir zamana yayıldıkları için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.

Ahmet ALTAN

15 Ekim 2020 Perşembe

Ey Kavmim!


Ey Kavmim!...

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. 

Dönüp de bakmazsın ölülerine.
Lût Kavmi’nden de değilsin sen; hazdan olmayacak mahvın.
Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın.
Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını.
Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlara.
Tanrıya yakarır ama firavunlara taparsın.
Musa Kızıldeniz’i açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.

Ey Kavmim!
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Korkarsın kendinden olmayan herkesten; ve sen kendinden bile korkarsın.
Hazreti İbrahim olsan; sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler sen başka bir şeye ağlarsın.
Gündüzleri Maria Magdalena’yı fahişe diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın.
Zebur’u, Tevrat’ı, İncil’i, Kuran’ı bilirsin. 

Hazreti Davut için üzülür ama Golyat’ı tutarsın.

Ey Kavmim! …
Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Dönüp de bakmazsın ölülerine…
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama sen kendi acına da yabancısın.
Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin.
Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın.
Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden.
Utancı bilir ama utanmazsın.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.
Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.

Ey kavmim!
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.
Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın.
Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın.
Örümcek olsan Hazreti Muhammed’in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin.
Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin.
Hazreti Hüseyin’ in kellesini sen vurmaz ama vuranı alkışlarsın.
Muaviye’ye kızar ama ayaklanmazsın.
Hazreti Ömer’i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.

Ey Kavmim!
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.
Ölülerine dönüp de bakmazsın.
Lût kavminden de değilsin, hazdan olmayacak mahvın.
Ama arkana baktığın için taş kesileceksin.
Ve sen kendine bile ağlamayacaksın.
Komşun aç yatarken sen tok olmaktan hayâ etmezsin.
Musa önünde Kızıldeniz’i açsa o denizden geçmezsin.
Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.

Ey kavmim! ..
Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin, beni hiç dinlemezsin.

Ey kavmim! …
Tek tek öldürülürken insanların, sen korkudan öleceksin.


Ahmet Altan


Yeni Yüzyıl, 6 Haziran 1996

14 Ekim 2020 Çarşamba

Meçhul Bir Kadına Mektuplar

Dağınık kaşlarınızın sınırlarını çizdiği o ışıltılı gözlerinizden bir pırıltı uçuverdiğini sanki görüyorum. 

Aşkı aşk yapan duygunun, bütün kadınların peşine düştüğü o suçortaklığının tadını tadıyorsunuz.

Bu yazı size bir suç armağan ediyor.

Sanırım Stefan Zweig’ı pek okumadınız, zaten şu sıralarda pek moda değil… Eğer, Zweig’ı okusaydınız, onun bu yazının başlığının tam tersi bir başlık taşıyan muhteşem hikâyesini bilirdiniz… Hani şu ‘Meçhul Bir Kadından Mektuplar’ isimli şaheserini.

İnanin, o hikâyeyi çok severdiniz.

O, her kadının içinde saklı olan ‘meçhul bir kadın’ olma arzusunun bütün yakıcılığını, çekiciliğini ve acısını bir tek hikâyede yaşardınız.

Zweig’ın karısıyla birlikte intihar ettiğini de bilmiyorsunuz tabii.

Niye intihar ettiğini tahmin edemezsiniz.

Dünya Savaşı çıktığı ve insanlar birbirini öldürdüğü için, böyle bir dünyayı daha fazla paylaşmaya tahammül edemeyip kendini öldürdü… Halbuki o sıralarda, Latin Amerika’da savaştan epeyce uzakta ve güvenlikteydi.

Ama başkaları ölürken, kendini güvende hissetmeye dayanamayacak kadar ilgiliydi başkalarının hayatlarıyla. Bu ilgiyi kendi hayatıyla ödedi.

'Ne kadar aptalca, ' demeyin ne olur, beni çok kırarsınız.

Zweig’ın karısının niye intihar ettiğini ise hep merak etmişimdir. Savaşa dayanamadığı için mi kocasıyla birlikte öldü, yoksa kocasını ölüme gönderirken yalnız bırakamadığı için mi? Dünyanın yanması mı o kadına daha çok acı veriyordu yoksa sevdiği bir erkeğin acı çekmesi mi?

Bütün yazarlar ölüme karşı Zweig gibi davranmaz elbet.

Zweig’ın görmeye tahammül edemediği savaşa Hemingway gönüllü gitmişti.

Eğer ikisi de bugün Türkiye’de yaşasalardı, Hemingway Güneydoğuda bir savaş muhabiri, Zweig İstanbul’da kendini vurmak için elden düşme bir tabanca arayan mutsuz bir yazar olurdu.

Graham Green buralarda olsaydı, istihbaratçıların, teröristlerin, kaçakçıların ortaklaşa gittikleri, sınır yakınlarında bir kerhanenin romanını yazardı.

John Le Carré, Türk, Alman ve Amerikan casusları arasında geçen görüşmeleri, yapılan anlaşmaları, ikili çalışan casusların psikolojisini anlatır, savaşsız ve düşmansız bir ortama kavuşan gelişmiş dünyanın, kendisini konusuz bırakan sıkıcılığından Türkiye sayesinde kurtulurdu.

Savaş ve ölüm, yazarların ilgisini çektiği kadar kadınların da ilgisini çekiyor mu sizce?

Avrupa’nın, PKK’yı desteklemekten vazgeçerek, PKK’yı güçsüzleştirirken Türkiye’deki darbe sevdalılarını da güçsüzleştirmesi günlük tartışma konularınız arasında mı?

Eğer içtenlikle konuşursak, bunlarla çok da fazla ilgilendiğinizi sanmıyorum.

Aşk sizin daha çok ilginizi çekerdi.

‘Acaba beni seviyor mu’ sorusu, ‘savaş çıkacak mı’ sorusundan daha heyecan verici gelirdi size.

Sevildiğinizi öğrenseniz, bu kez de ‘yeteri kadar sevilip sevilmediğinize’ takılırdı aklınız. Ah, biliyorum, hiçbir kadın ‘yeterince’ sevilemez. Sarah Bernard, boşuna 'Aşk oburluktan ölür, ' demiyor.

Biliyor musunuz, Tanrı erkeklere ‘yaşanan günü’, kadınlara ise geçmişle geleceği armağan etti.

Siz yaşanan anla pek ilgilenmezsiniz, geçmişin hesaplaşması ya da geleceğin endişesi vardır sizde. Onun için size ‘o an’ hiç yetmez. Siz geniş bir zamana yayıldığınız için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.

Zweig gibileri ise ne o ana sığarlar, ne de geleceğin kancalarına takılırlar.

Onların hayatı, karanlık bir boşluktan, arkalarında ışıklı bir iz bırakarak ölüme atlamakla geçer.

İçinden geçtikleri boşluğu yazılarıyla ve bazan da aşklarıyla doldururlar.

Zweig’ı mutlaka okumalısınız.

Yazarların, nasıl yazı yazdıklarını incelediği bir denemesi var.

Müthiş bir tevazuyla kendini de sıradan insanlar arasına koyarak şöyle diyor:

'İlk bakışta onlar da sizin benim gibi insanlardır.'

Yazarların da herkes gibi yaşadığını, herkes gibi giyindiğini, herkes gibi dolaştığını anlatıyor.

'Bizim yaptıklarımızı yaparlar, ' diyor, 'sonra da masanın başına geçerler ve bizim yapamadığımız bir şeyi yapıp yazı yazarlar.'

Aklına su soru takılıyor elbette!

Bize bu kadar benzeyen insanlar bizim yapamadığımız bir işi nasıl yapıyorlar?

Zweig’a göre, bir yazar yazı yazarken kendisinden başka bir şey oluyor. Ne yaptığını aslında kendisi de fark edemiyor.

Yazıyı yazdıktan sonra, ona yazıyı nasıl yazdığını sorsanız, o size, ‘işlediği cinayeti bilmeyen bir katil’ gibi bakacaktır.

Aynı sizin kimliğiniz gibi, yazının nasıl yazıldığı da meçhul kalıyor.

Meçhul kalan yalnızca bu değil ki…

Dağlarda birbirlerini öldürenler, bir insan öldürürken ne yaptıklarını biliyorlar mı, bir insan başka bir insanı öldürürken tam manasıyla kendinde mi? Herkes gibi âşık olan, herkes gibi seven, herkes gibi gülen biri, tüfeğini bir insana çevirdiği anda hâlâ kendisi midir, yoksa o anda başkası mı olur?

Cinayetin, yazının ve aşkın arasında garip bir ortaklık var gibi.

Bu üçünü de yaparken insanlar kendilerinden başka biri oluyorlar.

Âşık olan biri, kendinin âşık olmayan halinden ne kadar farklı.

Cinayeti işleyen, öldürmediği andaki kimliğinden ne kadar uzak.

Yazıyı yazan, yazmadığı zamanki yapısından ne kadar değişik.

Bir insanin, kendinden başka biri haline geldiği anı çok merak ediyorum. Tüfeği kaldırdığı, kalemi tuttuğu, özlemden yandığı anda ne değişiyor içinde?

Cinayet, yazı ve aşk, insanın tanrısallığa en çok yaklaştığı üç durum.

Biri öldürerek tanrısallaşıyor, biri yaratarak, biri de kendini çoğaltarak.

Cinayet, aşk ve yazı birbirine benziyor, ama Zweig cinayetlere dayanamadığı için kendini öldürüyor, Yesenin ise aşka dayanamadığından vuruyor kendini.

Siz Yesenin’i de bilmiyorsunuz.

Ben bütün bunları, size anlatabilmek için biliyorum.

Yesenin, Sovyet Devrimi sırasında yaşamış serseri bir şairdi. Herkes de onun serseri olduğunu söylerdi zaten.

Bir şiiri, yanlış hatırlamıyorsam, şöyle başlıyordu:

'Bilmiyorum niçin bana su Yesenin rezili

Bilmiyorum bana şu şarlatan diyorlar.'

Devrime içi pek ısınamadı nedense, devrimciler de onu pek sevemediler.

Sonra, Isadora Duncan adlı o dans büyücüsüne aşık oldu. Onun peşinden dolaştı durdu dünyayı.

Devrimin katılığına ayak uyduramadığı gibi, aşkın acısına da katlanamadı.

İntihar mektubu yerine bir şiir bırakarak vurdu kendini.

Biliyor musunuz, mutlu yazar pek yoktur.

Mutlu katil ve mutlu âşık pek olmadığı gibi.

Mutluluk daha sıradan olanlara mı nasip acaba, yoksa daha sıradan olanlar mutsuzluğa daha kolay mı dayanıyor.

Siz soruları seversiniz, bütün kadınlar gibi… Cevapları sanki sorular kadar sevmiyorsunuz, sanki cevapsız soruları keşfetmenin peşindesiniz.

Erkekler cevapları arar, siz soruları ararsınız.

Siz sorularınızla huzursuz, erkekler cevaplarıyla SIKICIDIR.

Huzursuzluklarınız ve huzursuzluğunuza duyduğunuz merak, aşkı doğurur.

Siz Zweig’ı mutlaka okumalısınız.

Zweig, sevgilisiyle birlikte intihar eden bir Alman şairi olan Kleist’in biyografisini yazmıştı. Şöyle diyordu Kleist için:

'Bazan, ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şair yaratabilen biri de bulunmalıdır.'

Yazdığı kitaptaki gibi, ölümden bir şiir yaratarak öldü kendi de.

Ölümlerin bu kadar çok olduğu ülkemizde, ölümden şiir yaratanların çok az olduğunu biliyorum. Ölümü, şiirinden soyduğumuz ve sıradan acılara, manasızlıklara çevirdiğimiz bir zamanda yaşıyoruz.

Ölümün manasızlaştığı yerde aşk da ölüyor.

Ben ölümden değil, şiirsiz bir ölümden kurtulmak için âşık oluyorum.

Zweig, ölümün manasızlaşmasına dayanamadığı için ölüyor.

Siz ise… Evet, biliyorum, siz mutlu bir gelecek var mı, diye merak ediyorsunuz. Ve, hep aynı soruyu soruyorsunuz kendinize:

'Ne olacak? '

Dağınık kaşlarınız altında ışıldayan gözleriniz her yerde bu soruyu yaşıyor.

Zweig öldüğü ve ben âşık olduğum sürece mutlu bir gelecek var.

Zweig ölerek, ben âşık olarak, kendi geleceklerimizi yaksak bile…

Ahmet Altan

13 Ekim 2020 Salı

Hayaller Kuracaksın

Acı, ağulu dikenler gibi ruhuna dolandığında, öfke kızıl bir küheylan gibi koşturduğunda, keder yaşlı bir ağaç gibi üstüne yıkıldığında, duracaksın, durup gümüş bir su gibi akan sabahın tazeliğine bakacaksın,

sana iki yüz yıl önceden haberler taşıyan alaycı kargaların sesini dinleyeceksin,
çiçeklerini koklayıp derin bir soluk alacaksın.

Ölüm seni kuşattığında, tam da o sırada, hayatı düşüneceksin..

Acıyı, öfkeyi, kederi ulu bir gölgeliğe yatıracaksın bir zaman, 'dinlenin biraz' diyeceksin.

Bir inci avcısı gibi, ta derinlere dalıp tek tek bütün istiridyeleri açarak, bir sevinç arayacaksın.

Hayaller kuracaksın.

Hatıralarını bir daha gözden geçireceksin.
Sevdiklerini düşüneceksin ve seni sevenleri.
Özlediklerini düşüneceksin ve seni özleyenleri.

Teninde iz bırakanları ve senin izini taşıyan tenleri.

Seni şakalarıyla güldürenleri ve senin şakalarına gülenleri.

Sevinçlerini, hayallerini, hatıralarını, sevdalarını, sevişmelerini,
özlemlerini, şakalarını bir bir yerleştireceksin içine, hayat denilen mucizenin sana verdiği armağanları sıkıca kucaklayacaksın.

Ölüm her yandan üstüne saldırıp seni kuşattığında, tam da o zaman hayatı düşüneceksin.

Güzel bir haber gelecek belki yarın sabah.
Belki bir mektup alacaksın.
Sana gülümsemesini istediğin biri gülümseyecek belki sana.

Serüvenci gemiciler gibi meçhul denizlerde kaybolduğunda, tam da o zaman karanın bir gün görüneceğini düşüneceksin.

Gözcünün kara göründü diye bağırdığını hayal edeceksin.

Kara hiç görünmese bile, hiç olmazsa neyi aradığını ve neyi kaybettiğini bileceksin, çektiğin onca fırtınanın, varmayı umduğun hedefle mana kazandığını anlayacaksın.

Her şeyi kaybetsen de hayallerini kaybetmeyeceksin.

Neyi aradığını hiç unutmayacaksın.

Sevinçlerini ne kadar hatırlarsan, acının derinliğini o kadar kavrayacaksın.

Yaşadığın ve yaşayabileceğin güzel şeyleri ne kadar çok düşünürsen öfken o kadar keskinleşecek.

Karanlık inerken ışığa daha dikkatli bakacaksın.

Geleceğinle arana dibinde canavarların dolaştığı bir uçurum koyduklarında, nasıl biteceğini bilmediğin atlayışını yapmadan önce, geçmişine, sevinçlerine, hayallerine yaslanıp güç alacaksın.

Sevdiğin türküyü mırıldanmaktan hiç vazgeçmeyeceksin.

Bir çiçek iliştireceksin yakana.

Ölüm seni kuşattığında, tam da o zaman, hayatı düşüneceksin.

En azgın, en ihtiraslı sevişmelerini...
En çılgın hayallerini...
En çağıltılı kahkahalarını...

Belli olmaz, belki yarın sabah bir haber alacaksın.

Acı, ağulu dikenler gibi ruhuna dolandığında, öfke kızıl bir küheylan gibi koşturduğunda, keder yaşlı bir ağaç gibi üstüne yıkıldığında, duracaksın,
durup gümüş bir su gibi akan sabahın tazeliğine bakacaksın, sana iki yüzyıl önceden haberler taşıyan alaycı kargaların sesini dinleyeceksin, çiçeklerini koklayıp derin bir soluk alacaksın.

Ölüm seni kuşattığında, tam da o sırada, hayatı düşüneceksin.

Acıyı, öfkeyi, kederi ulu bir gölgeliğe yatıracaksın bir zaman,
'dinlenin biraz' diyeceksin.

Onları şefkatle dinlendireceksin.
Çünkü onlara yine ihtiyacın olacak.

AHMET ALTAN