Bazı insanlar vardır, onlar Marmara Denizi, Kız Kulesi, Ağrı Dağı, Dicle Nehri gibi hep orada, doğanın sonsuzluğunun bir parçası olarak duracak sanırsınız… Onlar akıp giden, sürekli değişen toplumun hiç değişmeden aynı yerde duran, gidilecek yolu varlığıyla gösteren heybetli dağlarıdır, o insanlardan biri aniden ayrılıverdiğinde, neredeyse doğanın görüntüsü sarsılır, büyük bir deprem olmuşcasına her şey yerli yerinden oynar.
18 Eylül 2023 Pazartesi
Yaşar Kemal gitti, Dicle Nehri durdu
Bazı insanlar vardır, onlar Marmara Denizi, Kız Kulesi, Ağrı Dağı, Dicle Nehri gibi hep orada, doğanın sonsuzluğunun bir parçası olarak duracak sanırsınız… Onlar akıp giden, sürekli değişen toplumun hiç değişmeden aynı yerde duran, gidilecek yolu varlığıyla gösteren heybetli dağlarıdır, o insanlardan biri aniden ayrılıverdiğinde, neredeyse doğanın görüntüsü sarsılır, büyük bir deprem olmuşcasına her şey yerli yerinden oynar.
10 Mayıs 2021 Pazartesi
Huzursuz Ruhlar...
Ona aşık olsanız...
Hayranlık, dostluk ve şefkat bu aşkınızı beslese...
Yıllarınızı birlikte geçirseniz...
Onun için dünyanın en unutulmaz şiirlerini yazsanız...
Ve, bir gün sizi yapayalnız bırakıp ölse...
Perdelerinizi kapatıp her yanında onun izleri olan evinize kapansanız...
Artık yanınızda olmayan sevdiğinizin anılarını düşünseniz...
Sonra, artık size sahipsiz görünen odalardan birine girip onun dolabını açsanız...
İçinde isimler olan bir defter bulsanız...
Sevdiğinizin sizinle beraberken seviştiği ya da sevişmeyi düşündüğü insanların adları, uzun bir liste olarak yazılı olsa orada...
Ne yaparsınız?
Ne hissedersiniz?
Ünlü Fransız şair Aragon, karısı romancı Elsa Triolet öldükten sonra böyle bir liste bulmuştu işte.
Sevdiği kadının seviştiği erkekler...
Yediği bu darbenin ağırlığından uzun zaman kurtulamadı Aragon.
Çok ağır yaralanmıştı.
Ölüm, onların gelecekte birlikte yaşayacaklarını çalıp almış, ona sevdiği kadının bulunmadığı bir gelecek bırakmıştı; bulduğu defter de şimdi geçmişini alıp götürüyor, geçmişi lekeli bir boşluğa döndürüyordu.
Sevdiği insandan ona kalan anıların hepsi şüpheli gölgelerle kaplanıyordu.
Hesap sorabileceği, "niye yaptın" diyebileceği kimse yoktu.
Herhalde, ölene kadar Elsa’nın neden bunu yaptığını merak etti.
Üstelik bu cevabı kolay bulunabilecek bir soru da değildi.
Aragon, büyük bir şair, iyi bir romancı, siyasi mücadelelere girmiş cesur bir adam, halkının taptığı bir kahramandı.
Elsa için yazdığı şiirler neredeyse bütün dünya tarafından ezbere biliniyordu.
"Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
Orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde"
O "derin gözlerin" sahibi onu aldatmıştı.
Bir kadının isteyebileceği nerdeyse her şeye sahip olan kocasını bırakıp onunla kıyaslanamayacak bir defter dolusu erkekle birlikte olmuştu.
Bir kadın bunu niye yapar?
Kocasıyla birlikte efsaneleşmiş bir aşkın sembolü olarak görülen, adı kocası tarafından aşkla özdeşleştirilmiş, dünyanın en bilinen şiirlerine kendi ismi verilmiş bir kadın niye yapar bunu?
Sadece kocasını, sadece bütün dünyaya "Elsa’nın gözleri" şiirini ezberletmiş bir şairi değil, onların isimlerini kendi aşklarına katmış milyonlarca insanı da aldatmıştı.
Sanırım, bunun cevabı, Elsa Triolet’nin büyük bir açık yüreklilikle tutulmuş günlüklerindeki bir satırda gizli.
"Herkes beni sevsin, bütün erkekler bana hayran olsun istiyorum."
Dünyanın belki de en korkunç hastalığına tutulmuş, daha doğrusu bu hastalıkla doğmuştu, "herkes tarafından sevilme ve beğenilme" hastalığı onu daha doğarken yakalamıştı.
Öylesine büyük ve imkansız bir şey istiyordu ki bu isteğinin tatmin edilmesi, onun bu tatminle huzura ermesi imkansızdı.
Bu hastalığa tutulmuş herkes gibi neredeyse tüm hayatını huzursuzlukla ve mutsuzlukla geçirmek zorundaydı.
Böyle birine dünyanın en büyük aşkını, dünyanın en iyi şairlerinden birini, yeteneği, başarıyı, kendisine ve kocasına hayranlık duyan bir kalabalığı verseniz de onun elde ettikleriyle yetinmesi mümkün değildi.
Tanrının niye bazı insanlara bu acı dolu hastalığı verdiğini bilmiyorum.
Gerçi yeryüzündeki herkeste bir "sevilme" isteği, beğenilme arzusu vardır ama bütün hayatının yönetimini bu tutkunun emrine vermek çok daha başka bir şeydir.
Neredeyse bütün erkekleri ya da kadınları tek bir insan gibi görüp onların hepsini tek bir insanı kendine aşık eder gibi kendine aşık etmeye çalışmak, aralarından biri bile kendisine yeterli ilgiyi göstermeyince herkes kendini terk etmiş gibi hissetmek, sürekli acı çektirir insana.
Böyle biri kaçınılmaz olarak kendini sevenlerle değil sevmeyenlerle, beğenenlerle değil beğenmeyenlerle ilgilenecektir.
Hep acı ve kırgınlık olacaktır hayatında.
Bir insan niye bu kadar çok sevilmek ister?
Niye diğer insanları hayatının merkezine yerleştirir?
Onların söyledikleri her söz içinde yankılanır, onların bakışlarından, seslerinden anlamlar çıkarmaya çalışır?
Bu kadar çok insanı ruhuna sığdırmaya uğraştığına göre büyük bir boşluk olmalı ruhunda, doldurulması zor bir boşluk.
Nedir o?
Ne yaratır o boşluğu?
"Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa’nın
Gözleri Elsa’nın gözleri Elsa’nın gözleri."
Bu mısraların bile dolduramayacağı o boşluk nasıl yerleşir bir insanın içine?
Şiire biraz meraklı her aşık sizin adınızı sevdiğine söylerken siz kendinizi nasıl bu kadar yalnız hissedebilirsiniz?
Bu mısraları sizin için yazan adam sizi severken, siz kendinizi nasıl sevilmemiş biri olarak görebilirsiniz?
Sizi böylesine aç bırakan eksiklik nedir?
Bütün dünyayla doldurmaya çalıştığınız o boşluğu yaratan sanırım aslında bir kişinin sevgisinin ve beğenisinin eksikliği.
Kendisinin.
Bazı insanlar bilmediğim bir nedenden dolayı kendilerini istedikleri gibi güvenle sevip beğenmeyecek bir ruhla doğuyorlar.
Ve, kendilerini beğenmedikleri için kendilerine kızıyorlar.
Garip bir ikilik bu.
Sevilmek isteyen de, sevmeyen de, sevilmediği için kızan da, sevmediği için kızılan da aynı insan, hepsi aynı ruhun içinde kendilerine bir yer buluyorlar.
Bu karmaşa onları yoruyor, hırpalıyor, yalnızlaştırıyor ve diğer insanlara düşman ediyor.
Bir yandan insanların sevgisini ve beğenisini kazanmak için çırpınırlarken bir yandan da o insanlara kızıyor ve kendilerini beğenenleri onların beğenmediği birini beğendikleri için, kendilerini değil de başkalarını beğenenleri de "yanlış insanları" beğendikleri için küçümsüyorlar.
"Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar"
Bu mısraları onlar için yazan biri bile kurtulamıyor bu öfkeden ve küçümsemeden.
Ama asıl onları tehlikeli yapan, bütün dünya tarafından sevilmedikleri için kendilerini "haksızlığa uğramış" hissetmeleri.
Haksızlığa uğramış biri, bu "haksızlığı" dengelemek için her şeyi yapma hakkına sahiptir onlara göre.
Ve her şeyi yaparlar gerçekten de...
Sevgililerinin bütün arkadaşlarıyla yatıp onların adını bir deftere, "bulunacak" bir deftere yazabilirler.
"Sevilme hastalığına" yakalanmış birinin bencilliğinin sınırı yoktur.
Huzursuz, huysuz, öfkeli ve bencildirler.
Tanrının şakaları bitmez.
Bütün bu olumsuz özelliklerinden dolayı da çekicidirler.
İnsanlar, bu "sevilme hastalarını" tanıyamaz, anlayamaz, onların kendi kendileriyle olan olağanüstü didişmeleri, kavgaları, durduk yerde yarattıkları huzursuzlukları, sürekli, neredeyse an be an değişen duyguları, "sevilmek isteyen"den "sevmeyen"e süratli geçişleri, ruhlarındaki değişik insanları birbiri ardına ortaya çıkarmaları öylesine kuvvetli bir ruhsal girdap yaratır ki buna yakından bakmaya kalkan birinin bir karanlığa yuvarlanması kaçınılmazdır.
"Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Zaman sensin
Zaman kadındır. İster ki
Hep okşansın diz çökülsün hep
....
Zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken
Sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi
...
Daha beter seni kaçak
Seni yabancı bilmekten
Aklın ayrı bir yerde gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan"
O karanlığa yuvarlanmış bir şairin, o karanlığı yaratan bir kadına yazdığı mısralar bunlar.
Aragon, bir "kaçaklık", bir "yabancılık" olduğunu hissediyordu herhalde ama bunun sınırlarını tam da kestiremiyordu ta ki o defteri bulana, karısının bilmediği bir hayatı olduğunu keşfedene kadar...
Ama gene de "sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi" diyordu.
O bıçak, asıl Elsa’nın ölümünden sonra o defterle daldı Aragon’un gırtlağına.
Hiçbir soru soramadı.
"Niye" diyemedi, "Niye yaptın Elsa?"
Dünya edebiyatının en büyük aşklarından biri, dünyanın en büyük acılarından biriyle bitti.
"Sana büyük bir sır söyleyeceğim.
Korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden.
Pencerelere doğru akşamüzeri
El kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
Sana büyük bir sır söyleyeceğim.
Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim"
Aragon, "ölmenin sevmekten daha kolay" olduğunu Elsa’nın ölümünden, sırrının aydınlanmasından sonra daha iyi anladı.
Ve hiçbir zaman soramadı.
"Niye Elsa, niye yaptın bunu?"
AHMET ALTAN
Hürriyet, 23/09/2007
12 Aralık 2020 Cumartesi
Dindarlar ve Kürtler
Bilebildiğim kadarıyla, dindarlar “bu dünyayı” bir “imtihan yeri” olarak görürler.
Sonsuzluğun yaşanacağı “ahiretteki” asıl hayatın nasıl olacağı, bu dünyada verilen “imtihanda” belli olur.
Bu “imtihanın” kuralları belirlenmiş, bir “görünür” olan ve uyulması nispeten daha kolay bulunan “ibadet” var, bir de “görünürlüğü” daha az olan ve uyulması anladığım kadarıyla çok daha zor olan “ahlak, dürüstlük, hakşinaslık, kul hakkı yememe, her yaratılanı yaratandan ötürü kendine bir emanet olarak görme” var.
Camiler dolup taşıyor, Ramazan’da lokantalar kapanıyor, Hac’ca kafilelerle gidiliyor, içki içilmiyor, ibadette dindarlarımızın bir aksaklığı yok.
Peki ya “ahlak, dürüstlük, hakşinaslık, kul hakkı yememe, her yaratılanı yaratandan ötürü kendine bir emanet gibi görme” nasıl gidiyor?
Dindarlar, Allah’ın bütün kullarını “kendilerine bir emanet” gibi görüyor mu, onların haklarını savunuyor mu, haksızlığa karşı baş kaldırıyor mu, Allah’ın bütün kullarını “eşit” yarattığına iman ediyor mu?
Bütün kulların haklarını koruyor mu?
Yoksa “bazı” kulları diğerlerinden ayırıyor mu?
Burada, “dindarların” açık ve kesin bir cevap vermesi gereken temel bir soru duruyor, “milliyetçi” bir insan “dinin” bütün emirlerine, ahlakına, dürüstlüğüne, eşitlik anlayışına uygun davranabilir mi?
Geçenlerde, Altan Tan, Kürt meselesinin çözümünde din âlimlerinden bir “fetva” istiyordu.
Benim cehaletimi bağışlasın dindarlar ama o “fetva” Hazreti Muhammed’in “veda hutbesinde” verilmedi mi?
Peygamber, “kavmiyetçiliğe” karşı çıkmadı mı?
Daha ne fetvası?
O korkunç “Türk-İslam sentezi” kavmiyetçiliği dinin kalbine yerleştirip, İslam’ın eşitlikçiliğini, hakperestliğini, dürüstlüğünü tarumar etti.
“Türk” lafının önde geldiği bir “İslam anlayışı” olabilir mi?
Bu Müslümanların ne kadarı Türk, ne kadarı İslam?
İslami inanç, kendi varlığını “bir kavmin adıyla” birleştirir mi?
“Türk-İslam sentezine” inanmış bir “Türk” Müslüman, kendi kavminden olanları, diğer kavimlerden ayırmaz mı, diğer kavimlerden üstün görmez mi, diğer kavimlerin insanlarına üstten bakmaz mı?
Peki, bu dine uyar mı?
“Türk-İslam sentezine” inanan, bunu dine uygun gören Türk Müslümanlar, “Kürt-İslam sentezini” de kabul ediyor mu?
Türk-İslam sentezini kabul ettiklerine, İslam’a bir kavim adı eklemeyi uygun bulduklarına göre Kürt-İslam sentezine de bir itirazları olamaz.
Aynı Allah’a, aynı kitaba, aynı peygambere inanan insanların, “kavimlerinden” dolayı ayrılması dinen caiz mi peki?
Türk’le Kürt’ün Müslümanlığı nasıl farklılaşıyor?
Ahirette insanlar kavimlerine göre mi ayrılıyorlar?
Kürtler bir yanda Türkler bir yanda mı duracak?
Ahirette böyle bir ayrı gayrı var mı?
“Ahirette öyle ayrı gayrı yoktur, herkes Allah’ı kuludur” diyorsanız, ahiretin kapısı sayılan bu dünyada neden böyle bir ayrılık gayrılık, milliyetçilik var?
Bunun dinen cevabı nedir?
Bakın orada hakları gasp edilen koca bir Kürt halkı var, çok acılardan, işkencelerden geçmişler, bugün çocuklarına kendi anadillerinde eğitim veremiyorlar, yaşadıkları, vatandaşı oldukları ülkenin adı başka bir “kavmin” adını taşıyor, burada her şey Türk, sanki Kürtler burada yoklar.
“Türk-İslam sentezi” bunu doğal kabul ediyor.
“Türk” bunu doğal kabul edebilir.
O sentezin “ikinci” kavramı olan “İslam” da doğal kabul ediyor mu?
İslam, “daha kalabalık olan kavimlerin sahip oldukları haklara, sayıca daha az olan kavimler sahip olamaz” mı diyor?
İslam, böyle bir din mi?
Yoksa İslam “eşitlikten” yana bir din mi?
Eşitlikten yanaysa nasıl “Türk-İslam sentezi” diye bir anlayış olabilir, “eşitlikten” yana değilse bu nasıl din?
“Kulların” eşitliğini reddeden bir din olabilir mi?
Neden Türk Müslümanları Kürt “kardeşlerinin” haklarını savunmuyor, onların eşitliği için mücadele etmiyor, onların uğradığı haksızlıklara karşı çıkmıyor?
Son zamanlarda Uludere katliamını tartışıyoruz ama “Türk” Müslümanlar çok suskun.
Bütün İslam âlemini kapsayan “Müslüman vicdanı” diye ortak bir değer yok mudur, her coğrafi bölgeye göre, her ait olduğun kavme göre bu “vicdan” değişik ses mi verir?
İslam’ın ortak değerleri arasına “vicdan” girmez mi?
Haksız yere öldürülmüş insanların hakkına sahip çıkmak İslam’ın “kuralları” arasında yer almıyor mu?
Bir Müslüman, iktidarda kendi “yakınları” olduğu zaman “haksız” ölümler karşısında sessiz kalmayı dinen daha mı uygun bulur?
Peki, ben bu ülkenin bütün Müslümanlarına sorayım onlar ister cevap versin, ister görmezden gelsin.
Hazreti Muhammed yaşasaydı, Uludere katliamı karşındaki tavrı ne olurdu?
“Hazreti Muhammed susardı” derseniz, ben de bir daha asla din ve dindarlar hakkında tek kelime yazmayacağıma söz verir, sizi rahat bırakırım, peygamberi Uludere katliamı karşısında susacak bir din zaten benim ilgimi çekmez.
Ama “peygamber susmazdı” derseniz, “ey Muhammed’in ümmeti siz niye susuyorsunuz” derim.